“Bayanlar ve Baylar! Bu; kendisini ‘Dünyanın En Büyük Sihirbazı’ olarak gören bir adamın çok, çok, çok, çok, ama çok acıklı hikâyesidir.”
Fil oyunu, Dalia’nın bu sözleriyle açılıyor. Evet, karşımızda insanın trajedisini, clownesküslupla anlatan bir gösteri var. Sihirbaz Herman ve eşi Dalia’nın karşılıklı durumları, Herma’nın kendini ve sanatını nasıl gördüğü, buna karşın içinde bulundukları sefalet… Oyundaki tüm öğeler, özenli bir sadelikle, insanın çelişkisini ortaya koyuyor. Oyun boyunca, insanın çelişkisi konusu bende –Herman’ın sihirbaz mesleği nedeniyle de- sanatçı kavramı üzerinden şekillendi. Clownesk üslup meselesi ise daha karmaşık ve geniş bir konu. Clown kavramını, kırmızı burunlu oyuncuların gösterisinden ziyade bir oyuncu tavrı olarak kabul ediyorum. Temeldeki hikâyeyi gölgede bırakıp, bizzat kendi varlığını gitgide ön plana çıkartarak hikayeleştirebilen, bunun için de çevredeki her şeye açık ve onlarla ilişki içinde bulunan oyuncu tavrı, kastettiğim şey. Zaten, Dalia’nın işaret ettiği çok, çok, çok, çok, ama çok acıklı hikâyeye gülebilmemizin yegâne sebebi de bu biricik oyuncu seyirci ilişkisinden geçiyor.
Dalia’nın aksine Sihirbaz Herman ise seyircilerine özel bir ilgi de göstererek kendi hikâyesini “büyük bir adamın yalnız kavgası” olarak nitelendirir. Büyük idealleri olduğu için büyük bir mücadele vermektedir ama ne yiyeceklerine kadar tüm sıkıntıyı, Dalia çeker. Dalia’nın ona bağlılığına rağmen yalnızlığından şikâyet eder çünkü o önemli kişiler tarafından anlaşılmak istenmektedir. Dalia, şapşallığı dolayısıyla, özdeşleşebileceğimiz bir karakter değildir. Fakat onun basit gerçekliği karşısında Herman, tüm bu yaptıklarıyla yapaylaşmaktadır. Varlığını büyük hedefler üzerinden gerçekleştirmek isterken hükümsüzleşmiştir. Artık ona gereken değer verilmediği için sefalet yaşadığına ve ya durumu intihar edecek kadar ciddiye aldığına inanmayız, sadece güleriz. Büyük idealleri ile insanlığı aydınlatacağına inanırken, kendi basit gerçekliğine bile kör kalan sanatçı/aydın tipolojisiyle karşı karşıyayızdır. Böyle bir tipolojinin didaktiklikten uzak ve sade şekilde sunmak için sihirbazlık seçiminin, hikâyeleme açısından çok uygun olduğunu düşünüyorum. Çünkü; sihirbazlığın illüzyon üzerine kurulu bir üretim yapması, bir gösteri mesleği olması ve seyirci odaklı yapısıyla; sanatçı kavramına, doğru göndermeleri yapmaya müsait bir konumu var. Örneğin; sihirbazın gösterisinin illüzyon üretiyor oluşu ve seyircilerin gerçekliği bir an unutarak heyecan duymaları ile sanatçıların eserleriyle takipçilerini büyük ideallere inandırmaları arasında bağ kurmak mümkün.
Oyunda Herman, sadece tek bir illüzyon numarası yapmaya çalışıyor: şapkadan fil çıkarmak. Bu girişimi sonunda da fili çıkardığını ama Dalia ve seyirci olarak bizlerin onu görebilecek kapasitede olmadığımızı iddia ediyor. Bu gösteri denemesi, Herman’ın temsil ettiği tipolojiye uygun olarak, başarısızlığıyla yüzleşmeyi tercih etmek yerine anlaşılmadığı kanısındaki sanatçının sembolik sunumu olarak değerlendirilebilir.
Metinin önermelerini dillendirildikçe, tartışma dallanıp budaklanıyor. Sanatçı ve kendine biçtiği rol; üzerine konuştukça derinleşen, insanoğlunun zaaflarını ortaya koyan kendi başına cazip bir konu. Bunun cazibesine kapılıp, oyundaki tüm göstergeleri yorumladığımda oyunun konumuyla ters düşmüş olacağımı düşünüyorum. Çünkü oyun, sonda bir çözüm önerse bile bu meseleyi seyircinin zihninde doğrudan bir tartışma konusunu yapma iddiasında değil. Zaten clownesk üslupta, tıpkı trajedilerdeki gibi insana dair basit bir durum karakterlerin davranışlarıyla geliştirilerek bir duygu sınırının aşılması amaçlanır. Tabii, seyircinin aşacağı duygu sınırı dehşete kapılmanın tam aksine gülme yönünde olacaktır. Fil oyununda da seyircinin katı bir entelektüel ilişki kurmasına neden olacak bir sahneleme olmadığını söyleyebilirim. Onun yerine, karakterlerin objelerle, birbirleriyle ve ya seyirciyle sorunlu ilişkileri, birer tema olarak ele alınmış. Bunlardan yola çıkarak; Tiyatro Bereze’nin clownesk bir oyun yaptığını ve bu üslubun gerektirdiği temel yaklaşımını doğru şekilde kurduğunu söyleyebilirim.
Peki, oyuncular ve seyirciler hep birlikte bir sınırın ötesine nasıl geçebilir? Yukarıda bahsettiğim gibi metindeki yemek yeme, intihara teşebbüs, gösteri yapma gibi her temayı bir birim olarak kabul edebiliriz. Bu birimlerin birbirini nasıl anlamlandırdığı ve nasıl geliştirdiği meselesi ise en kritik unsur. Ancak her birimden diğerine geçişin nasıl olacağının arayışı sayesinde sınırların nasıl aşılabileceğinin cevabını bulabiliriz. Çünkü; oyuncu, tek tek çalıştığı birimler arasında organik bağlar kurdukça, karakterininclownesk varlığı derinleşerek tamamlanabilir ve hikaye her şeyin çok tuhaflaştığı ama inandırıcılığını kaybetmediği bir bütünlük kazanır. Böylece; özenli şekilde sadeleştirilmiş insanlığa dair önermelerimiz, büyük tragedyalarınkine benzer bir derinlik kazanır. Bu yüzden, birimler arası geçişler üzerine çalışmak sadece teknik bir mizansen problemi değil tam tersine; hem karakter skor/hedefleri, hem de hikâye skoru bakımından organik bir meseledir:
Fil oyununu bu gözle değerlendirdiğimizde, metni sadeliğinin iyi bir zemin sağladığını düşünüyorum. Fakat Bunun üzerine kurulan birimlerin etkisinin birbirinden izole şekilde, kendi içinde yaratıldığını görüyoruz. Bu yüzden, parçalar izliyor hissine kapılmamız olasılığı doğuyor. Örneğin, fil gösterisi, kendi başına etkili bir sahne ama aynı zamanda hikâye ve karakter içinde bir zirve yapabilmeli. Sonrasında, söz gelimi hiçbir replik ve olay olmadan Herman karakteri ile birbirimize bakakalsak bile bu çok şey ifade edebilmeli. Bir başka birim olarak sihirbaz tabelasıyla çıkan sorunlar, kendi içinde bir içeriğe sahip ama oyunun tuhaflığı içinde kendini öyle bir noktaya getirmeli ki artık Daliave tabela yan yana geldiğinde olay tamamlanmasa bile seyirci zihninde bir şeyleri kendiliğinden tamamlayabilmeli. Metinin sade anlatımı, birimler üzerinden özenli şekilde korunmuş ama bir sınırın ötesine geçebilmemiz için metnin varlığının, temel gidişatının biraz unutturulması lazım.
Sonuç olarak; Fil oyunu, insanın kendi gerçekliğiyle tuhaf ilişkisini bir sıçrama tahtası olarak kullanıp, karakterlerin ve durumun büyümesiyle etkili ve eğlenceli bir izlek yaratmak istiyorsa ki öyle görünüyor, bunun tam anlamıyla gerçekleşebilmesi için hikâyenin ve karakterlerin gidebileceği daha çok yer olduğu aşikâr. Temaların geçişleri ele alındığında karakterlerin aldığı mesafenin ve hikâyenin çeşitliliğinin artması mümkün. Bu haliyle sade ve açık anlatımını özenli korumanın ötesine gitmemiş izlenimi yaratabiliyor. Oyunun yukarıda da belirttiğim gibi metinle salt didaktik bir ilişki sunmaması çok olumlu fakat bu meselenin ötesine geçecek kadar gelişen bir karakter ve olaylar silsilesiyle de bizi baş başa bırakmıyor. Tiyatro Bereze’nin oyunun bu durumunu bir daha ele almasının, iyi oyunculuklarını ve yaratıcı hikâyelerini tamamlayıcı bir adım olacağını düşünüyorum.
Volkan Çıkıntoğlu
Mimesis Dergi
26.01.2014