Notebook

Rüzgâra Yazılan Temsil

SHAKESPEARE’İN CORIOLANUS’U İSTANBUL’DAYDI

Shakespeare’in en siyasal ve en az bilinen tragedyası olduğu genel kabul gören Coriolanus 14 Mayıs’ta, bu sezon son defa seyirciyle buluştu. Tiyatro BeReZe’yle Almanya-Bremen merkezli Bremer Shakespeare Company ortaklığında, iki dilde sahnelenen oyun birçok yönüyle “zihin tutuşturdu”. Express oradaydı...

Tiyatronun dahilerinden Peter Brook “Ölümcül tiyatro en korkusuzca, sinsice hiç kuşkusuz William Shakespeare’in oyunlarına girip çöreklenir” der. Brook’a göre, Shakespeare bu tür bir tiyatro için biçilmiş kaftandır. Şablonlarla dolu, sıkıcı bir tekbiçimliliğe hapsolmuş sahne, özel ses tonlarıyla harikulâde konuşan oyuncular, şaşaalı kostümler ve hantal dekorlarla perdelerini açar.

Dört başlığa ayırarak dört farklı anlamını aradığı tiyatronun kötü olanıdır ölümcül tiyatro Brook için. Kötülüğü gücünü artırır ve diğer üç biçimin, kutsal, kaba ve ansal tiyatronun da içine sızabilir. Tumturaklı laflar, jestler, nidalar havada uçuşurken, seyirci sıkıntı içinde önce kendisini, sonra tiyatroyu suçlar. Seyrettiği bir Shakespeare ise önce Shakespeare’i, sonra kendisini. Avon’un ozanının büyük dizeleri, oyuncular ne yaparsa yapsın duyulmaz olur.

“Esinlerini gerçek değil de varsayımsal kaynaklardan, örneğin bir zamanlar yaşlı bir oyuncunun çıkardığı sesin anısından –aslında o ses de daha önceki bir oyuncunun sesinin anısıdır– alan geleneksel oyuncular”, bilgiyi lirik Japon tiyatrosu Noh’ta olduğu gibi babadan oğula aktarmazlar, “böyle bir gelenekle karıştırılmamalı sözlerim” diyerek uyarır bizi Brook.

Noh gibi çağlar öncesinin tiyatrolarında kuşaktan kuşağa aktarılan anlamdır, “ve anlam hiçbir zaman geçmişe ait bir şey değildir”. Eylemin yalnızca dış biçimleriyle ilgilenmek, şimdiye onu taşımak, yüzeysel bir biçimcilikten öteye götürmez tiyatroyu ve yaşamla ilişkilenmesini sakatlar.

Peki ölümcül tiyatronun kolaylıkla kurbanı olabilen Shakespeare, neden durmaksızın yorumlanmaya devam eder ve korkarak da olsa ona gelmiş seyircilerini her seferinde merakla karşısına dizer? “Shakespeare hem Brecht’i hem de Beckett’i içeren bir tiyatronun temsilcisidir, fakat ikisinin de ötesine geçer. Brecht sonrası tiyatroda bizim için gerekli olan şey, bulunduğumuz yerden ileriye gitmenin bir yolunu bulup Shakespeare’e geri dönmek. Shakespeare’de iç gözlem ve metafizikle hiçbir şey yumuşatılmaz. Oyunlarından bize kalan rahatsız edici ve unutulmaz izlenimleri, duygudan yoksun ses perdelerinin atonal cızırtılarıyla ediniriz. Çelişkiler çok güçlü olduğu için derimizi yakarak içimize işler.”

Brook’un sorumuza verdiği cevabı bu mayıs akşamında seyredeceğimiz oyundan sonra yine anımsayacağız.

Tercüme edilen anlam

İnsanları güleryüzle karşılamaya durmuş beş oyuncu, bej-toprak tonlarında sade gömlek ve pantolonlarıyla fuayede seyircilerin arasında muhabbetteler. Seçtikleri oyun Shakespeare’in bazı iddialara göre son tragedyası olan Coriolanus. Hızlıca geçen iki saatin sonunda ölümcül tiyatroyu unutturup anlamı ve biçimi, acınası kibri, tutumlarımızı ve ölümcül demokrasimizi sorgulatacaklar bize. İlk işaret kapı önünde elimize tutuşturdukları mavi ve kırmızı iki kart. Seyirciler önemli bir sorumluluk aldıklarını seziyor: “Ne yapacağız bunlarla şimdi?” 

Oyuncular oyunun başlamasına yakın hâlâ koltukların arasında, istim üstündeler. Ekibin Alman üyeleri göz göze geldiklerini kırık Türkçeleriyle selamlıyor. Az sayıdaki Alman seyirciyle kısacık sohbetler... Oyun Atölyesi’nin salonunu dolduran seyircilerin çoğunluğu maskelerden kurtulmuş, pandemi sonrası sevgi dolu kavuşmalar yaşıyor. Sarılanlar, yüksek perdeden hasret giderenler, tanıdıklara koşanlar... Çekinme, sakınma yok. Koltuklar hareketli ve bunda rahatsızlık verici bir şey de yok. Oyuncuların belli belirsiz heyecanı ve neşesi seyircilere geçiyor. Belki de tam tersi, veyahut ikisi birlikte.

Işıklar sönmeden hemen önce gözler oyuncuların dağıttığı broşüre iniyor. “Coriolanus bir büyük savaş kahramanının barış zamanında nasıl bir halk düşmanına dönüştüğünü hikâye eder. Demokrasinin anlamını, geleneklerin gücünü ve dürüstlüğün sınırlarını sorguya açan Shakespeare yine bugüne çok şey söylüyor. Tiyatro BeReZe ve Bremer Shakespeare Company olarak ortak dertlerimizden yola çıkıp tüm dünyada yaşanan genel politik çıkmaza ve demokrasi tartışmalarına karşı bu seferlik en iyi soruları Coriolanus’ta bulduk. Cevapları belki de hiç olmayan, ama sorulmaya değer sorular...”

Oyun başlıyor. İki muhabir seyircilerin arasından koşarak sahneye çıkıyor. Nefes nefese bir son dakika haberini veriyorlar. Kıtlık ve açlıkla boğuşan halk, soyluların tıka basa dolu tahıl ambarlarının açılması talebiyle Capitol’e yürüyor. Oyunculardan Elif Temuçin Türkçe, Simon Elias Almanca konuşuyor. Birbirlerinin söylediklerini mi tekrarlıyorlar, farklı şeylerden mi bahsediyorlar, daha ilk dakikalardan biz seyirciler için fark etmiyor. Her iki dil de, alt ya da üst yazı olmaksızın neredeyse tamamen anlaşılır artık.

Elif Temuçin bağırıyor: “Capitol’e çıkan bütün yollar kapatıldı!” Oyun boyunca çok az dinen kahkahalar burada başlıyor. Shakespeare, gazetecileri akıl edemediği gibi, bunu da yazmamış elbet, ama anlam günümüze tercüme edilince dile gelen bu oluyor. Alman seyirciler kim bilir ne duyuyor da gülüşlerimize katılıyor. Fakat apaçık belli, aynı yerden gülüyoruz.

Dokuz yıl öncesinin mayısı gibi

Hayli kalabalık bir oyuncu kadrosuna ihtiyaç duyan Coriolanus’u sadece beş oyuncu, belki beşer role girip çıkarak ustaca kotarıyor. Tiyatro BeReZe’nin alâmet-i farikası fiziksel tiyatroyla harmanlanmış hikâye anlatma mahareti diğer oyunlarındaki gibi parlarken, kolluk kuvvetleri ve halk karşımızda beliriyor. Oyuncular sırayla bir o, bir öbürü...

İstanbullu seyirciler koltuklarına mıhlanmış, kahkahaları zaman zaman acıyla sönüyor. Polis her saldırdığında yükselen Türkçe sloganlara Alman oyuncuların canhıraş ses vermesiyle kalabalık illüzyonu gitgide daha da güçleniyor. Sadece beş oyuncu on binlerle dolu sokakları getiriyor gözümüzün önüne ve korkunç polis şiddetini... Fark ediyoruz ki yaralarımız taze, hiç iyileşememiş. Bu yüzden polisler bozguna uğratılıp Capitol’e çıkıldığında yaşanan sevinç, bu mayıs akşamında dokuz yıl öncesinin mayısının hatıralarıyla doluyor.

Markus Seuß’un canlandırdığı Caius Marcius’un sırası böylelikle geliyor. Ayaklanmanın sonunda kazandıkları hakla senatoya gelen halk temsilcilerinden öyle tiksiniyor ki, tüm kibri ve despotluğuyla attığı Almanca tiradını belleğimize kazıyor. Tüylerimizi ürperten habis hali az önce kahkahalar içinde olduğumuzu unutturuyor. Oysa tragedyanın önemli karakteri, senatonun önde gelen soylularından Menenius rolündeki Erkan Uyanıksoy halkla arayı yumuşatma görevi için, sahne tasarımcısı Heike Neugebauer’in sade ve etkileyici buluşlarından ahşap kasa, seyyar kürsüyle sahneye girdiğinde salon neşemizle çınlıyordu.

Mideye karşı başkaldırı

Oyun, basit çözümlerle donatılmış gösterişsiz sahnesi kadar, çağrışımlarla yetinmemizi isteyen, çabucak iliştirilen ya da sökülen Rike Schimitschek ve Melanie Kuhl’un elinden çıkma kostüm ve aksesuarlarıyla da hayranlık uyandırıyor. “Yoksul ricacıların solukları keskin olur derler, şimdi kollarımızın da keskin olduğunu göstereceğiz” diyen öfkeli yurttaşa, şeytan tüylü dilbaz politikacı Menenius tragedyanın meşhur mide meselini anlatırken, üzerinde peluştan organlarla dolu şeffaf bir önlük beliriyor. Lordlar kamarasından fırlatılmış peruğu, şişe dibi gözlükleriyle hikâyeyi ballandırışını ağzımız kulaklarımızda dinliyoruz.

“Bir zamanlar, mideye karşı başkaldırmış bedenin tüm organları / Suçlamışlar onu bedenin tam ortasına yerleşmiş bir girdap gibi / Tembel ve eylemsiz diye; üstelik istif ediyor tüm yiyeceği / Emek harcamıyor diğerleri gibi...” Oysa midedir bir fabrika gibi depoladıklarını işleyen ve yararlı besinler olsun diye kanla, salgıyla diğer organlara gönderen. “Roma senatörleri bu yararlı midedir işte / Sizler de başkaldıran asilersiniz.”

Halkın kimi zaman böyle laflar savuran soyluların, kimi zaman senatoya yolladıkları manipülatif temsilcilerin ve bir kahramanlık ünvanı olan Coriolanus’u almak için durmaksızın onurlarını kıran Caius Marcius’un karşısındaki mütereddit, tedirgin halini görürken bile, sahi neye gülüyoruz bu kadar böyle?

Yönetmen Doğu Yaşar Akal Shakespeare’in en politik tragedyası olduğu söylenen Coriolanus’u, mizah duygusunu ve eğlenceyi elden bırakmadan sahneye koymuş. Ancak, bu çarçabuk yapılıp geçilecek bir tespit olmayabilir. Mahir oyuncular pandomimden mime, ağır çekim sahnelerden göz tırmalamayan koreografilere, hatta minik bir bale gösterisine kadar oradan oraya salınırken, gülmekten kırılmamak mümkün değil. Savaş sahnelerinin absürtlüğü dans tiyatrosuna, iki savaşçının erkekçe dövüşleri homoerotik bakışlara, vatan marşları ansızın komik kurt ulumalarına dönüşürken çok gülüyoruz, evet, ancak neredeyse hiç değişmeden hayatlarımıza sinmiş temsili demokrasinin ölümcül ritüellerini ve kırılganlığını, bu ince ince düşünülerek kurgulanmış dalgacı üslûp sayesinde derin bir hüzünle tekrar fark ediyoruz...

Ayaklanmanın (tereddütsüz) şiiri

Caius Marcius M.Ö. beşinci yüzyılda Roma Cumhuriyeti’nin kapısına dayanmış Volskialıları bozguna uğratmış ve şehrine bir savaş kahramanı olarak dönmüştür. Roma’nın ayrıcalıklı sınıfı patrisyenlerin konsüllükle ödüllendirmek ve Coriolanus ünvanını ismine eklemek istediği Marcius’un yapması gereken tek şey, yaralarını halka gösterip oylarını isteme geleneğine uymaktır. Ancak, kibirden gözü dönmüş kahramanımız halktan tiksinir, onların fikirlerinin alınması ihtimali bile midesini bulandırır.

Savaşla birlikte iç karışıklıklarla da boğuşan Roma Senatosu, kıtlık ve yolsuzluklar yüzünden açlık çeken halkın büyük isyanıyla karşılaşınca tavizler vermeye başlamıştır. Komutan Marcius şehre döndüğünde, tüm acımasızlığı ve şiddetiyle ayaklanmaların üzerine yürür. Ancak, halkın senato temsili için birkaç tribün alma hakkını gönülsüzce de olsa tanımak zorunda kalır. Çünkü halk “kentin damlarını söküp başına geçirecek kadar” güçlü ve öfkelidir. 

Onlarca yılın zorbalıklarından, göstermelik Roma demokrasisinin aşağılamalarından yılmış insanlar, oylarının nazikçe istenmesinde diretir. Kazandıkları hakların sallantıda olduğunu bilirler ve Coriolanus ünvanını almış Marcius’un kibrinin farkında, değişimini talep ederler. Roma konsülü olmak için sahtekârca rol yapmayı kabul eden Marcius “işte bayım, yaralarım burada” diyerek “iğrenç oylara” talip olur ve seçimi kazanır.

Senatodaki halk tribünleri ve isyancılardan bazıları şaşkındır. Nasıl olur da halk düşmanı bu adam, göstermelik bir nezaket ve kapıdaki savaşın verdiği korkuyla konsül olabilmiştir? Temsilciler “nifak tohumları ekmeyi” bırakmaz, hafızaları tazeler ve halkı ikna ederler. İsyan yine ateşlenir. Nihayetinde, aşağılayıcı sözlerinden ve tavrından ötürü özür dilemeyi reddeden Coriolanus’un konsüllüğü düşer, kurulan mahkemeden çıkan kararla sürgün edilir. Düşmanla işbirliği, şehre bir hain olarak dönmesi, annesiyle ödipal ilişkisi ve trajik sonuna kadar biz seyirciler bu zavallı anti-kahramanı öfkeyle ve bazen de anlayışla seyrederiz.

Shakespeare oyunu yazdığı yıllarda (1607-1608), günümüzdeki bilgilerle hayali bir kahraman olduğu anlaşılan Coriolanus’u tarihi bir kişilik varsayıyordu muhtemelen. Fransızcadan çevrilmiş bir Roma tarihi kitabıyla haberdar olduğu bu sıradan soylu savaş kahramanını dramatik kurguya çelişkilerle dolu, katmanlı bir karakter olarak nakşetti. Her Shakespeare karakterindeki gibi şiirsel bocalamalarıyla karşımıza dikilen bu adama bakarken, kendimizdeki tereddütleri ve çelişkileri anlamamızı da talep etti.

Coriolanus Shakespeare tragedyaları içinde en az bilineni. Eleştirmenler oyunu yazarın birçok tragedyasının üstünde tutsa da tercihler diğerlerinden yana kullanılmış. Özdemir Nutku’ya göre, bunun nedeni tüm oyunun bu itici karakter üzerine kurulması. Plebler ve patrisyenler arasındaki uçurum dehşete kapılmamızı sağlayan en somut olgu olsa da, halk sadece dramatik yapının arka planında kalıyor. Bu da kahramanımızın olmadığı bolca sahnenin gücünü azaltan önemli bir unsur oluyor.

Coriolanus’ta Shakespeare’in halkı küçümsediği ve neredeyse kahramanı gibi ondan tiksindiğini düşünenler de var. Oysa oyunu yazmaya başladığı 1607’de, ülkesi İngiltere’nin orta kesiminde ayaklanmalar yükseliyor ve kuvvetle muhtemel bu ayaklanmalar Shakespeare’in de ilgisini çekiyordu.

1600’lerin başında İngiltere, Coriolanus döneminin Roma’sı gibi, huzursuzluk içindedir. Buğday kıtlığı başlamış, çiftlikler kapanmış, açlık sokaklara yayılmış. Ayaklanmalar, bastırmalar, kabullenişler, unutuşlar arasında naif, her söylenene kanan, temsilci seçebiliyorsa her şey yolunda sanan, elini asla taşın altına koymayan halkıyla sorunları vardır Shakespeare’in. Bunun izlerini küçük dizelerle başka oyunlarında da sezeriz. Fakat bütün bunlar halkını aşağıladığını mı gösterir? Ağzını açtığı her sahnede hayran oluyorsak “ayaktakımına”, bu büyük şairin ona duyduğu hayranlıktan değil midir?

Ayaklanmanın şiirinin yükselebilmesi için halkın tereddütsüz konuşmaya ve eylemeye başlaması gerekir. Yoksa boyun eğen, kolay kandırılan yığınlara dönüşür ve sahnede arka plan olmaya mahkûm olur. “Koruyan mı! Demek öyle! Bugüne kadar bizi korudukarını görmedik. Ambarları tıka basa buğday doluyken bizi açlığa mahkûm ettiler. Tefecileri korumak için onlar lehine yasa çıkardılar. Zenginler aleyhine olanları ise her fırsatta birer birer kaldırıyorlar. Savaşları başımızı yemezse, onlar yiyorlar. Bizi ezen yoksulluk, sefaletimizin manzarası, onların ne kadar zengin olduğunun delilidir. Kaburgalarımız tenimize yapışmadan tırmıklarımızla öcümüzü alalım. Tanrı bilir, bunları öce susadığımdan değil, açlıktan söylüyorum.”

Coriolanus’un aşağılayıcı tiradlarına yanılıp da katıldığımız her anda, bu duru ve sarih dizelerden birini duyarız halkın ağzından. Sonra düştüğü şüpheyle vazgeçişi gelir ve yine aşağılanma... Bu gelgitlere bakıp da Shakespeare’in halkı küçümsediğini düşünmek epeyce haksızlık büyük ozana...

Zihinde bir şeyler tutuşturmak

Fuayeye konmuş oy sandığının önünde kuyruktayız. Kartların elimize ne diye tutuşturulduğu belli oldu. “Coriolanus konsül olsun mu, olmasın mı” oylamasına bizim de katılmamız isteniyor. Yok öyle uzaktan anlama, öfkelenme, acıma. Buyurun bakalım, sandık orada... Alman seyircilerden bazıları oy kullanma şevkimize hayretle bakıp yine de aramıza katılıyor. Sırada ciddiyetle tartışanlara kulak kabartınca anlıyoruz ki, Shakespeare ve ekip kolay bir cevap bulamamamız için elinden geleni yapmış. Buna rağmen yaşlıca bir kadın seyirci sözü kendisine getiriyor: “Bir tiyatro oyununda bile zerre tahammülüm kalmamıştır parmak sallayan birilerine!”

Sandığın çevresi renkli ve hareketli. “Oyundaki oylamanın sonucunu değiştirmeeceğine göre, neden oyluyoruz ki canım” diyenler, bu işi komik ve utandırıcı bulanlar, böyle olduğunu düşünse de hızlıca oyunu kullanıp sigaraya koşanlar, farklı oy tercihleri yüzünden kavgaya tutuşan çiftler... Ara, önemli görevimizin yoğunluğuna rağmen bir nefeste geçiyor.

Oyunun sonuna yaklaşırken anne rolüne geçen Svea Auerbach’ın performansı ve tragedyanın finaline yaklaşmanın verdiği ağırlıkla suskunlaşıyoruz. Oylamanın sonucu, sokakların gümbürtüsü, mahkeme, sürgün ve bir düşman olarak şehre dönmüş Coriolanus’u yine bolca gülerek izlemiş olsak da, tragedyanın sonu, hal-i pür melâlimizin ortasına çıkacağımızı, zamanın azaldığını fısıldamaya başlıyor. Çöken bu ağırlıkla, saçma kahramanın saçma hikâyesi sonlanıyor.

Alkışlarla onurlandırılan ekip tekrar tekrar selama geliyor. Bir festivalde birbirlerini seyretmiş, tanışmış ve belli ki büyük bir merak ve iştahla çalışmaya başlamış bu insanlar, tiyatronun enternasyonalliğiyle cevapları kolayca bulunamayan sorular sormaya devam edeceklerinin müjdesini veriyorlar seyirciye ayrılırken. Sıkı bir arkadaş grubu ani bir kararla Coriolanus’u oynamaya başlamış ve biz de tesadüfen buna şahit olmuşuz gibi geldi geçti iki saat. Ölümcül eleştirmenler seyretse kafalarını duvarlara vurarak kaçarlardı herhalde.

“Tiyatro her zaman yok olmaya yazgılı bir sanat, her zaman rüzgâra yazılan bir şeydir” diyen Peter Brook’la başladık, onunla bitirelim. “Bir temsil bittiğinde geriye ne kalır?” diye soruyor Brook. “Neşe unutulabilir, güçlü coşku da kalıcı değildir, sağlam düşünce zinciri de kopabilir... Coşku ve tartışma hali izleyicinin kendi kendini daha iyi görme isteğinin sırtına bindirilebilirse, o zaman zihinde bir şeyler tutuşur. O tiyatro olayından bellekte bir daha silinmemecesine bir özet, bir tat, bir iz, koku ve resim kalır. Yıllar sonra çarpıcı bir tiyatro deneyimimi düşündüğüm zaman belleğime kazınıp kalmış bir öz buluyorum: Bir ağacın altında iki serseri, bir at arabasını çeken yaşlı bir kadın, dans eden bir çavuş, cehennemde kanepenin üzerinde üç kişi... Anlamları tam olarak anımsamama olanak yok, ama özden hareketle yeniden anlamlar üretebilirim.”

Bir mayıs akşamında demokrasinin kırılganlığını, ölümcül eylemlerin sıradanlığını, anlamlar üreten halkın büyük şiirini kahkahalarla hatırlatan, zihnimizde bir şeyler tutuşturan tiyatroya bin şükran.

Şeyda Ayan
Express - Yaz 2022