Notebook

İçinde Tutma, Söyle: Her Şey Gözümüzün Önünde Oldu

Söyleyemediklerimizle boğum boğum oysa içimiz. Yüreğimize çöreklenenleri öyle bir anda nasıl söyleyebiliriz..? Bildiklerimiz kelimeye dönüşecek de, o kelimeler yürekten ciğere, oradan da gırtlağa tırmanacak da, dile ulaşıp kıvrıla kıvrıla sese bürünecek de… İçinde tutma, söyle… Diyelim ki tutmadık;  dışımıza taşanlarla yaşayabilecek miyiz? Gözümüzün önünde olmuşsa her şey, ne olmuş. İlla söylemek mi lazım… Sır denen bir şey var. Değil mi? İçinde tutma, söyle… Ama ben dayanamayacağım. Söylüyorum…

Eskişehir Tepebaşı Belediyesi’ninbu yıl ilk defa düzenlediği Tiyatro Günleri festival bünyesinde, Eskişehir halkı olarak arka arkaya ilginç oyunlar izledik. Bunlar içinde bana göre en fevkalade olanı; Tiyatro BeReZe ekibinin oynadığı Her Şey Gözümüzün Önünde Oldu adlı oyundu. Konusunu, herkesin çok iyi bildiği “Eşek Kulaklı Midas” mitosundan alan oyunun yazımı, yönetmenliği ve hareket tasarımı: İbrahim Can Sayan’a ait. Bu oyunun 2023 yılında gerçekleşen Direklerarası ödül töreninde “Özgün Yeni Oyun” ödülünü almış olmasına da hiç şaşırmadım. Çünkü sonuna kadar bu ödülü hak ediyor.

Eşek kulaklı Midas’ın hikayesi başta da dediğim gibi hepimize çok aşina bir hikaye. Kral Midas, tanrılar tarafından cezalandırılır ve eşek kulaklarıyla yaşamak zorunda kalır. Koskoca kralın halkı önünde bu gülünç halde görünmesi söz konusu bile değildir. Ancak önünde sonunda halktan bir kişi, onun bu sırrını öğrenir. Her ne kadar bu sırrı kimseye söylememesi tembih edilse, hatta bu uğurda canıyla tehdit edilse de böylesine büyük bir sırrı taşımak günden güne ağır gelmeye başlar bu kişiye. İçinde daha fazla tutamayıp söylemek ister. Başka bir insana olmasa da cansız bir şeye… “Şu dipsiz kuyuya haykırsam bildiklerimi, en kötü ne olabilir ki,” diye düşünür. Ve tabii ki en kötüsü gerçek olur.

Bu bilindik mitosun odağında şekillenen oyun, aslında tam olarak antik çağlarda geçmiyor. Özellikli bir zamana ve mekana sahip olmayan yapısı, bizi zaman zaman evvel zaman içinde her şeyin çok güzel olduğu bir ülkeye götürürken, zaman zaman da günümüz dertleriyle cebelleştiğimiz modern dünyaya taşıyor. Odakta mitin izleği olsa da, 21. yüzyıl insanının endişe, evham ve bunalımlarını da içeren, göstermeci ögeler taşıyan bir anlatıya sahip. Oyuncular arasında onlarca karakter durmadan değiş tokuş ediliyor ve buna rağmen izleği yitirmek mümkün değil.

Sahnede hiçbir dekor ve aksesuar kullanılmıyor. Oyuncular, modern dünyanın günlük kıyafetleri ile oynuyorlar. Böylece seyirci hikayeye dair kafasında hiçbir şey kuramıyor. Ve bu öylesine etkili bir şey ki… Birbiriyle yumak olmuş bir insan yığını ile başlayan oyunda, ilk dakikalarda ne izleyeceğinize dair hiçbir fikriniz olmuyor. Birkaç dakika içinde bu belirsizliğe aldırış etmiyorsunuz; çünkü anlatı sizi çoktan alıp götürmüş oluyor. Ben şimdi ne izliyorum diye bir an bile kendinize sormadan, seyir deneyiminden kopmadan, ortak bir hayalin peşine düşüyorsunuz. Sahne geçişleri anlık da olsa, bu keskin virajlarda yoldan çıkmadan, mizahla harmanlanmış bu hikayeye dalıp gidiyorsunuz.

Oyuncu oynadığı oyundan haz almadığı müddetçe seyircinin de haz alması mümkün değildir. Nitekim çoğu zaman bu haz ilkesinin göz ardı edildiği oyunlar izlemek zorunda kalıyoruz. Oyuncular Sevcan Başaydın, Can Çelik, Hatice Cansu Karagöz ve Murat Kural içinse bu durum geçerli değil. Birlikte bir oyun oynamanın hazzını öylesine derinden yaşıyorlar ki, bu haz ister istemez herkese etki ediyor.

İrem Bozdağ’ın tasarladığı, geçişlerde kullanılan modern tınılara sahip müzikler,  oyunun dokusunu bambaşka bir boyuta taşıyor. Diğer taraftan Yılmaz Gökgöz’ün ışık tasarımı da, hikâyedeki kırılma anlarını ayrıştırmamızda çok etkili. Oyunda ışıklar kadar gölgelerin de kullanılması bana göre çok akılcı olmuş. İki yana yerleştirilmiş ışıklar sayesinde, oyuncuların gölgelerinin arkada görünmesi, hikayeyi güçlendiren unsurlardan bir tanesi. Öyle ki bu gölgeler kimi zaman öyle çok ve çeşitli bir hale geliyorlar ki, sahnede dört oyuncudan çok daha fazlası varmış gibi görünüyor. Hatta ara ara gölgelerin kendi oyunlarını oynadıkları izlenimine bile kapılmak mümkün. Benim için Kral Midas’ın halktan birini huzuruna aldığı, zifiri karanlıkta oynanan sahnenin tesiri çok büyüktü. Anlık olarak yanıp sönen iki el fenerinin ışığında, yalnızca saniyelik kareler görmek, fakat bunun dışında tamamen karanlıkta olup konuşulanları dinlemek öylesine gerçek bir atmosfer yarattı ki; o anlarda bir oyun izlemiyor, adeta o ana bizzat şahit oluyorsunuz. İşte günümüz tiyatrosuna dair en çok sevdiğim şey de, böyle gerçekliğin sonuna kadar hissettirildiği anlar.

Söyleyecek çok şeyi var herkesin. Ancak hepimiz kuruntularımızın, takıntılarımızın, endişelerimizin esiriyiz. Saklıyoruz içimizde, içimize yük olan her şeyi. İş sadece kelimelere dökmek olsa, bunca ağırlığın altına girer miyiz? Dile demirden kilit vurulduğu nerede görülmüş. Dağlara, dalgalara, kör kuyulara haykırsak ne fayda… Ama duymaya niyet etmiş bir kulak varsa, içinizden geçirseniz bile içinizdekileri, sizi bir duyan çıkar. Halil Cibran doğrusunu demiş: “Bana kulak ver ki; sana ses verebileyim.” Ses verin. Söyleyin. Tutmayın içinizde…

Derya Dobrişan
Tek Perde - 1 Şubat 2024

Online link