Bu biraz geç kalmış bir yazı olabilir ama yavaşlamak iyidir.
"Öfke, bir hitabet sanatıdır" diyor erkek egemen siyaset dünyası. Bundan birkaç hafta önce "Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar" oyununu, "eleştirmeye çalıştığı klişelerin tüm tuzaklarına düşen, kesinlikle olmasa da olurmuş" diye tarif eden Zeynep Aksoy, yazısıyla işte tam da bu erkek egemen hitap tarzını yeniden üretiyor.
Tiyatro sezonunu geride bıraktığımız şu günlerde, bu yazının eleştirinin eleştirisi girdabına girme gibi bir niyeti yok. Devlet aygıtından yeterince işittiğimiz kamusal alandaki öfke sesinin, mevzu bahis yazıdaki varlığı nedeniyle ve Tiyatro BeReZe özelinde tüm bağımsız oluşumların tam da böyle bir zamanda önyargıdan çok, yapıcı söylemlere ihtiyacı olduğu için kaleme alındı.
"Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar" oyununda Tiyatro BeReZe, her zaman yaptığı gibi konvansiyonel olandan farklı bir şey deniyor ve büyük ölçüde başarıyor. Buradaki farklılık arayışı, bir kaygıdan değil bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. İnsanların dikkatini çekecek politik bir söylemi, oynayanların içsel bir bağ kurabileceği bir formun içinden oluşturabilme ihtiyacından…
Doğaçlamalarda kendi çocukluklarını hatırlamakla işe başlayan oyuncular, seyirciye de kritik bir hatırlatmada bulunuyor: asıl politik olan eylemler, hayatlarımızda mikro düzeyde gerçekleşiyor. Kişisel olan biricik olmasının yanında politiktir. Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar da oyuncular, kişisel olanı seyirciye eğlence malzemesi sunmak için değil, gündelik hayatta örtük güç ilişkilerini teşhir etmek amacıyla paylaşıyorlar.
Aslında, "Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar" bize bir hatırlatmadan fazlasını vaat ediyor. Karşımızda sadece kendi anılarını anlatan oyuncular olsaydı, Türkiye'de "kadın olma" meselesine dair bir belgesel tiyatroyla karşı karşıya kalmış olabilirdik. Hatta o zaman bunun oyundan ziyade videoya kaydedilip dolaşıma sokulmasının daha anlamlı olacağını bile söyleyebilirdik. Ama bu noktada, BeReZe tiyatroya özgü olanın farkında bir yaklaşımda bulunuyor. Bize sahne üstünde farklı odaklar ve oyuncu varoluşları kuruyor. Bu odakların birinde donuk bir masal anlatısı, diğerinde daha çok çocuk oyunları şeklinde tasarlanmış mizansenler içinde anlatılar ve birbirleriyle yaptıkları muhabbetler… Mizansenler, oyuncuların anlatma eylemine müdahalede bulunuyor ve seyirciler, oyuncunun klasik anlatıcıdan farklı bir form kazanan performansına tanık oluyor. Böylece anlatı, seyirci için daha özgün şekilde yorumlanmaya açık hale geliyor. Oyunun bu anlarında oluşan form, diğer odakları da etkileyerek tüm oyuna bir makam kazandırıyor. Parçalı şekilde dinlediğimiz masal, bize başka bir şey söylemeye başlıyor. Birbirlerine muhabbet ettikleri kısımlar ise gelişi güzel değil, özel bir oyuncu enerjisinden samimiyet yaratıyor. Farklı odaklar, hem seyirciyi zinde tutuyor hem de parçaları birbirine bağlayarak kendi yorumunu oluşturabileceği bir alan açıyor. Bunları teatral bir formül olarak belirtmiyorum. "Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar" oyununun kurduğu atmosfer karşısında seyirci deneyiminizin, bir çay sofrasında size samimiyetle kendinden bahseden ve sizin içinizdeki muhabbet isteğini de kabartan biri karşısındaki halet-i ruhiyeniz şeklinde olacağını düşünüyorum. Bu makam, misal hiç eğlendirmese ya da güldürmese bile kulağımızda önemli bir iz bırakma gücüne sahip. Bu iz, bir gün ani bir irkilmeyle beynimizin merkezine çarpar veya gözümüzün önüne gelir mi, artık o bizim hayat serüvenimize kalmış.
Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar, politik olanı büyük anlatılarda, sterotiplerin anlatıldığı kurgularda değil bizzat kendi hayatımızda aramamız gerektiğini ve bunun hiçte klişe olmadığını gösteriyor. Çünkü hayatlarımızda olağan karşıladığımız/karşılamak zorunda kaldığımız küçük eylemler zincirleme şekilde ideolojileri kuruyor ve ya yeniden üretiyor. Büyük resmi anlatmaya çalışmak bu zincirleme sistemdeki örtüyü kaldırmıyor ve maalesef belki de bizlerde girdaptaki rolümüzü/günahlarımızı çoğu kez fark edemiyoruz. Bu yüzden Zeynep Aksoy'un rahatsız edici bir üslupla ve hiçbir gerekçelendirme ihtiyacı duymadan, oyunun klişeye düştüğünü söylemesi, örtük bir şiddet örneğidir ve politiktir mesela. Velev ki klişeye düşülmüştür, peki ama nasıl düşülmüştür; bunun gerekçelerini yazıda görmemiz gerekmez mi? Görelim ki buradan bir tartışma çıksın, bu tartışma daha iyi oyunlara vesile olsun en azından.
Didaktik olmadan politik söylem oluşturmuş, anlatıcı-oyunculuğu gelişi güzel bir şey olarak değil bir biçim olarak ele almış ve "oyun" biçimini bir reji uygulaması olarak seçmiş bir tiyatrodan Zeynep Aksoy'un yaptığı gibi "tebaasına oyun yazmayın emri çıkarmak" haksızlıktır. Hem o gruba hem de hitap edilen tiyatro cemaatine… Bir sanat dalının gelişmesi tabi ki çok sesliliğe ihtiyaç duyar ama kesinlikle öfke nöbetlerine değil…
Velhasıl, Tiyatro BeReZe'ye teşekkür etmek isterim: araştırma ve üretimi, piyasa acımasızlığı içinde bir arada alelacele kotarmaya çalışan tiyatro ortamımızda bize cesaret ve seyir zevki verdiği için.
Bir teşekkür de Zeynep Aksoy'a… Artık onun yazısını ve "Kırmızı Ayakkabılı Kadınlar" oyununu birlikte düşünüyorum. Ataerkil tuzakların her yerde olduğunu düşünüyorum: bir sanat ürünü karşısında aslen kendimize duyduğumuz hayranlığımız ve kamusal alandaki sesimize olan tutkumuz da mesela… Yazı yazarken artık daha da elim titriyor. Ama tereddüt etmek iyidir.
Volkan Çıkıntoğlu
Mimesis Dergi
13.06.2014